Bir gürı meleklerden biri, karşısına Brejnev, Reagan ve Özal’ı almış, demiş ki; sizler çok önemli liderlersiniz onun için sizlere Allah tarafından bir şans tanındı, üçünüzün de gelecek hakkında bir soru sorma hakkı var.Hemen Brejnev atılmış ve sormuş; ‘komünizm ne zaman dünyaya hükmedecek?’, melek düşünmüş: ‘üçyüzelli sene sonra’, demiş. Brejnev ağlamaya başlamış, ‘vah göremiycem ah göremiycem’ diye. Sonra Reagan atlamış, ‘Amerika dünyaya ne zaman hükmedecek?’ demiş. ‘İki yüz sene sonra’, demiş melek.Reagan ağlamaya başlamış, ‘ah göremiycem tüh göremiycem’, diye.Ve sıra Özal’a gelmiş, Özal: ‘benim bir tek minik mütevazı bir sorum var, Türkiye ne zaman Avrupa Topluluğu’na katılacak?’, ve melek ağlamaya başlamış, ‘ah göremiycem, ah göremiycem’, diye……..Hollanda’da 1997’de Het Parool gazetesine yazmıştım, Türkiye’nin AB’ye katılmasıyla ilgili. Ve 2004’de bakanlıktaki bir dergide yeniden yayınlandı ’97’de yazdığım köşe.Şu an 2008’deyiz aynı yazı tekrarlanabilir.İşin asıl acı yanı, Türkiye’nin çok umutlu olmasına rağmen Avrupa’daki fısıltılar hiç de o kadar umutlu değil.Bu üzücü mü?
Tabii ki umutlarını Avrupa’ya bağlayanlar için bu çok üzücü. Avrupa ellerindeki 2,5 milyon Türk ile nasıl baş edeceklerini bilmemekte ve Türkiye’deki 7O milyondan 10% giderse, 7 milyon Türk/Müslüman Avrupa için ürkütücü gelmekte. Ama bunun yanında bir ayrı gerçek daha yok mu?
1960’larda Türkiye’den umutla giden, eşekden inip arabaya binen, analfabet, okumuş ya da okumamış, birsürü Türkler oraya gittiklerinde, devletten ne derece bir destek aldılar ki?
Devlet onlara ne derecede yol gösterdi?
Bir gurbetçi damgası vermekten başka.
Ben ailemle 1980’de gittim, gittiğin sene önemli değil zaten, verilen damga hep aynı; ‘Gurbetçi’. Ve damgayı hiç ama hiç sevmiyordum, sevemedim de, çünkü bu kelime seni zavallılık sınıfına sokuyordu.
Asıl anlamı vatanını özleyen, gurbet elde yaşayandı, ama gerçeklerden dolayı gurbetçi olmak zavallılıktı. Hele bir de Almancı lakabı vardır. O belkide gurbetçiden daha da beterdi. Hollanda’da oturuyorduk ve ‘Alamancı’ diyorlardı.
Artık bazı şeyleri anlamak için çaba göstermiyorum, sadece benimsiyorum.
Oradaki konsolos ve elçilikler bile, hala kendilerini büyük birşey sanıp kendi halkını küçük görmekte.
Benim ilk tiyatro Galam’da, 2001’de, Amsterdam’da 1500 kişiye kültürler arasındaki ön yargı üzerine, gösteri verecektim. Amsterdam valisini telefon ile aramış, görüşmüş ve davet etmiştim. Öylesine sempati ile davetimi kabul edip, benim ile gurur duyduğunu ve elbetteki böyle bir gecede bulunacağını söylemişti.
Aynı telefonu Rotterdam Türk Konsolosuna açmıştım, konsolosun katibi beni nasıl azarlamıştı, aynen şu kelimeleri kullanmıştı: ‘sen kendini ne sanıyosunda, konsolosu telefona çağırıp davet etme cesaretini görüyorsun kendinde, konsolos senin arkadaşın mı, davetin bir usulu vardır, üç ay evvelinden müracaat edersin, davetiye gönderirsin, tiyatronun konusunun bütün içeriğini bildirirsin ve eğer tenezzül ederse konsolos gelir”.
Ne kadar üzücü bir davranıştı bu.
Seneler sonra kraliçenin yemeğinde tanıştığım Türk. konsolosuna bu olayı anlattığımda, şok bile olmadı, “evet oluyor böyle şeyler” dedi.
Yüksek mevkiye gelmek bazı insanların şahsiyetini küçültüyor, belki de hiçbir zaman o şahsiyet büyük değildi, belkide bazı insanlar onun için, kişiliklerini mevkilerine asmak zorundalar kendilerini yüksek hissetmek için, sanırım asıl kişilik kayıbıda budur.
Mağrur olmayı yaşıyor bazı mevkidekiler, sırf mevkilerinin sayesinde.
Büyük ruh, her mevkide mütevazı kalabilendir.
İşte Avrupa’daki Türk halkı bunu yaşarken, altmış, yetmiş, seksen, doksanlarda oradaki Türkler pek önemsenmedi, yazları döviz kaynağıydı o kadar.
Ama asıl yanlış orada yapılmadı mı?
Oradaki Türkler, Türkiye’yi temsil ediyordu. Asıl orada ki Türklere sahip çıkıp, destekleyip güzel bir imaj yaratmak daha mantıklı değil miydi?
Hoş, şu an sokakta bir vatandaşa bunu söylesen, karşılık olarak; ‘devlet Türkiye’deki halkına sahip çıkmadı ki Avrupa’daki Türklerine nasıl sahip çıksın’, der.
Bunlar değişmekte mi?
Sanırım evet. Türkiye artık Avrupa’ya katılmak istediği için kendi imajına önem vermekte, sanırım ülke olarak en büyük eksiğimiz bu idi, kendimizi tanıtmak.
Her şeyimiz olmasına rağmen tanıtamamışız.
Avrupa’da zeytinyağı, mermer, keten, incir,pamuk, kumaş, bütün bu ürünler bilinmekte,ama Türkiye’den geldiğini pek kimse bilmiyor.Her gelen birşey götürmüş ve dünyaya bizim diye tanıtmış. İtalyan gelip, lahmacunumuzu, mantımızı, su böreğimizi yemiş ve dünya çapında İtalyan pizza’sı, tortellini, ve lazanya olarak tanıtmış. Yoğurdumuzu Bulgar yoğurdu olarak tanıtmışlar, beyaz peyniri; Vunan Fetta’sı olarak “tanıtmışlar. Rakımız bile dünya çapında, Yunanistan’dan Uzo olarak biliniyor.Amerikalı gelmiş, köftemizi, hamburger olarak tanıtmış, Meksikalı gözlememizi enchillada olarak tanıtmış.Ama biz halk olarak, birbirimizle rekabetten başka, suçlu arayıp parmak göstermekten başka pek birşey yapamamışız.Bugün dükkâna girip bir şeyin fiyatını sorduğumda ilk aldığım cevap: ‘ithal’ kelimesi. İthal malı ile halkımız gurur duyuyor.Biz kendimiz, kendi yerli malımıza sahip çıkmazsak, Avrupalı neden benimsesin?insan önce kendisini sevmeli, sevdirmek için.Yaptığımız tek şey, Atatürk’ün dileklerini duvarlara, parklara, kitaplara yazmak, hâlbuki Atatürk, dediklerini sayıklamamız yerine uygulamamızı istemişti.
İzmir Ticaret Odası Dergisi / Şubat sayısı(2008)
Read More