• Melekleri Ağlatmayın

    Çarşamba, Mayıs 7th, 2014

    1080142623nilgun11-150x150

    Bir gürı meleklerden biri, karşısına Brejnev, Reagan ve Özal’ı almış, demiş ki; sizler çok önemli liderlersiniz onun için sizlere Allah tarafından bir şans tanındı, üçünüzün de gelecek hakkında bir soru sorma hakkı var.Hemen Brejnev atılmış ve sormuş; ‘komünizm ne zaman dünyaya hükmedecek?’, melek düşünmüş: ‘üçyüzelli sene sonra’, demiş. Brejnev ağlamaya başlamış, ‘vah göremiycem ah göremiycem’ diye. Sonra Reagan atlamış, ‘Amerika dünyaya ne zaman hükmedecek?’ demiş. ‘İki yüz sene sonra’, demiş melek.Reagan ağlamaya başlamış, ‘ah göremiycem tüh göremiycem’, diye.Ve sıra Özal’a gelmiş, Özal: ‘benim bir tek minik mütevazı bir sorum var, Türkiye ne zaman Avrupa Topluluğu’na katılacak?’, ve melek ağlamaya başlamış, ‘ah göremiycem, ah göremiycem’, diye……..Hollanda’da 1997’de Het Parool gazetesine yazmıştım, Türkiye’nin AB’ye katılmasıyla ilgili. Ve 2004’de bakanlıktaki bir dergide yeniden yayınlandı ’97’de yazdığım köşe.Şu an 2008’deyiz aynı yazı tekrarlanabilir.İşin asıl acı yanı, Türkiye’nin çok umutlu olmasına rağmen Avrupa’daki fısıltılar hiç de o kadar umutlu değil.Bu üzücü mü?

    Tabii ki umutlarını Avrupa’ya bağlayanlar için bu çok üzücü. Avrupa ellerindeki 2,5 milyon Türk ile nasıl baş edeceklerini bilmemekte ve Türkiye’deki 7O milyondan 10% giderse, 7 milyon Türk/Müslüman Avrupa için ürkütücü gelmekte. Ama bunun yanında bir ayrı gerçek daha yok mu?

    1960’larda Türkiye’den umutla giden, eşekden inip arabaya binen, analfabet, okumuş ya da okumamış, birsürü Türkler oraya gittiklerinde, devletten ne derece bir destek aldılar ki?

    Devlet onlara ne derecede yol gösterdi?

    Bir gurbetçi damgası vermekten başka.

    Ben ailemle 1980’de gittim, gittiğin sene önemli değil zaten, verilen damga hep aynı; ‘Gurbetçi’. Ve damgayı hiç ama hiç sevmiyordum, sevemedim de, çünkü bu kelime seni zavallılık sınıfına sokuyordu.

    Asıl anlamı vatanını özleyen, gurbet elde yaşayandı, ama gerçeklerden dolayı gurbetçi olmak zavallılıktı. Hele bir de Almancı lakabı vardır. O belkide gurbetçiden daha da beterdi. Hollanda’da oturuyorduk ve ‘Alamancı’ diyorlardı.

    Artık bazı şeyleri anlamak için çaba göstermiyorum, sadece benimsiyorum.

    Oradaki konsolos ve elçilikler bile, hala kendilerini büyük birşey sanıp kendi halkını küçük görmekte.

    Benim ilk tiyatro Galam’da, 2001’de, Amsterdam’da 1500 kişiye kültürler arasındaki ön yargı üzerine, gösteri verecektim. Amsterdam valisini telefon ile aramış, görüşmüş ve davet etmiştim. Öylesine sempati ile davetimi kabul edip, benim ile gurur duyduğunu ve elbetteki böyle bir gecede bulunacağını söylemişti.

    Aynı telefonu Rotterdam Türk Konsolosuna açmıştım, konsolosun katibi beni nasıl azarlamıştı, aynen şu kelimeleri kullanmıştı: ‘sen kendini ne sanıyosunda, konsolosu telefona çağırıp davet etme cesaretini görüyorsun kendinde, konsolos senin arkadaşın mı, davetin bir usulu vardır, üç ay evvelinden müracaat edersin, davetiye gönderirsin, tiyatronun konusunun bütün içeriğini bildirirsin ve eğer tenezzül ederse konsolos gelir”.

    Ne kadar üzücü bir davranıştı bu.

    Seneler sonra kraliçenin yemeğinde tanıştığım Türk. konsolosuna bu olayı anlattığımda, şok bile olmadı, “evet oluyor böyle şeyler” dedi.

    Yüksek mevkiye gelmek bazı insanların şahsiyetini küçültüyor, belki de hiçbir zaman o şahsiyet büyük değildi, belkide bazı insanlar onun için, kişiliklerini mevkilerine asmak zorundalar kendilerini yüksek hissetmek için, sanırım asıl kişilik kayıbıda budur.

    Mağrur olmayı yaşıyor bazı mevkidekiler, sırf mevkilerinin sayesinde.

    Büyük ruh, her mevkide mütevazı kalabilendir.

    İşte Avrupa’daki Türk halkı bunu yaşarken, altmış, yetmiş, seksen, doksanlarda oradaki Türkler pek önemsenmedi, yazları döviz kaynağıydı o kadar.

    Ama asıl yanlış orada yapılmadı mı?

    Oradaki Türkler, Türkiye’yi temsil ediyordu. Asıl orada ki Türklere sahip çıkıp, destekleyip güzel bir imaj yaratmak daha mantıklı değil miydi?

    Hoş, şu an sokakta bir vatandaşa bunu söylesen, karşılık olarak; ‘devlet Türkiye’deki halkına sahip çıkmadı ki Avrupa’daki Türklerine nasıl sahip çıksın’, der.

    Bunlar değişmekte mi?

    Sanırım evet. Türkiye artık Avrupa’ya katılmak istediği için kendi imajına önem vermekte, sanırım ülke olarak en büyük eksiğimiz bu idi, kendimizi tanıtmak.

    Her şeyimiz olmasına rağmen tanıtamamışız.

    Avrupa’da zeytinyağı, mermer, keten, incir,pamuk, kumaş, bütün bu ürünler bilinmekte,ama Türkiye’den geldiğini pek kimse bilmiyor.Her gelen birşey götürmüş ve dünyaya bizim diye tanıtmış. İtalyan gelip, lahmacunumuzu, mantımızı, su böreğimizi yemiş ve dünya çapında İtalyan pizza’sı, tortellini, ve lazanya olarak tanıtmış. Yoğurdumuzu Bulgar yoğurdu olarak tanıtmışlar, beyaz peyniri; Vunan Fetta’sı olarak “tanıtmışlar. Rakımız bile dünya çapında, Yunanistan’dan Uzo olarak biliniyor.Amerikalı gelmiş, köftemizi, hamburger olarak tanıtmış, Meksikalı gözlememizi enchillada olarak tanıtmış.Ama biz halk olarak, birbirimizle rekabetten başka, suçlu arayıp parmak göstermekten başka pek birşey yapamamışız.Bugün dükkâna girip bir şeyin fiyatını sorduğumda ilk aldığım cevap: ‘ithal’ kelimesi. İthal malı ile halkımız gurur duyuyor.Biz kendimiz, kendi yerli malımıza sahip çıkmazsak, Avrupalı neden benimsesin?insan önce kendisini sevmeli, sevdirmek için.Yaptığımız tek şey, Atatürk’ün dileklerini duvarlara, parklara, kitaplara yazmak, hâlbuki Atatürk, dediklerini sayıklamamız yerine uygulamamızı istemişti.

    İzmir Ticaret Odası Dergisi / Şubat sayısı(2008)

    Read More
  • Hayaliniz Hayatınız Olsun

    Çarşamba, Mayıs 7th, 2014

    1080142623nilgun11-150x150

     Einstein demişki:

    Mantık A’dan B’ye götürür ama hayal gücü her yere.
    Hayal kurmak güzel birşey, önemli birşey aynı zamanda.
    Ama hayalleri realist kurmak belkide en önemlisi.
    Elinde 10 liran varsa, bir Ferrari satın almayı hayal edebilirsin ama bunu uygulayabilmek,elindeki 10 lira ile imkansız.
    Expo’yu hayal etmek İzmir için imkansız bir hayal değildi, ama gerçekler çerçevesinde zordu. Bizim için değildi zor olan, dünyaya bunu inandırmak zordu.
    Kültürümüz gereği, gelen misafiri en iyi şekilde ağırlamayı çok iyi biliyoruz, hatta öylesine iyi ki misafir bile neye uğradığını bilmemekte.
    Ben çocukluğumdan hatırlıyorum, evde kavgada olsa, misafir gelince hepimizin yüzü gülerdi. Evde hergün baklava börek yapılmasada, misafir gelince yapılırdı.
    Aile olarak biz oturma odasında yaşasakta, misafir gelince en güzel odamız, misafir odası açılır orada oturulurdu.
    Normal bardaklarda,tabaklar kaşık çatallar kullanılmasına rağmen, misafir gelince gümüş bıçak, çatallar, kristal bardaklar ve en pahalı porselen takımlar kullanılırdı.
    Ve ülke olarak, şehir olarak aynı şekilde yaşıyoruz sanki:
    Şehirde Belediye Başkanı, Oda Başkanı ile atışıp tutuşurken.
    Ülkemizi yöneten parti savcılıkta sorgulanırken.
    Kim kime teşekkür etmiş, etmemiş misillemesi yapılırken.
    Şehirde ulaşım problemleri,
    Exponun nereye gelmesine dair planlarda pürüzler varken, hepimiz bilmekteyiz ki,
    Expo gelseydi bunları yenerdik.
    Çünkü halk olarak görülmeye, misafire içimizdeki en iyiyi göstermeye ihtiyacımız var. Kültürümüz böyle.
    İlk tepkimiz, ‘İtalya rüşvet verdi’, ‘Türkiye’nin ilerlemesini kimse istemiyor’, ‘müslüman ülkesi olduğumuz için bize vermediler’ oldu.Doğru olabilir.Ama ben buna inanmıyorum.Herşeyin bir nedeni vardır.
    Toplum olarak biz neden böyleyiz?Yetiştirilmemiz tarzından dolayı halk olarak böyle düşünmemiz çok doğal, ama artık birazda gelenek kültürünün yanında,ruh kültürümüzü de geliştirmemiz lazım.Çocukken, 1970’de hatırlıyorum, kafamı duvara çarpınca kötü duvar, diye duvara vurmaya kalkardı annem.Oğlumu anaokuluna götürdüğümde, 2008 yılında, kafasını kapıya çarpınca,hocası aynı şeyi söyledi, kötü kapı, pis kapı diye kapıya vurdu.İlk etapta suçsuz, kusursuz ve anlamsız minik bir hareket.Ama analiz ettiğinizde, psikolojikman: ‘sen suçlu değilsin, kapı suçlu, duvar suçlu’, diyorsun. Ardından: ‘benim canımı acıtanın bende canını acıtırım’, duygusunu aşılıyorsun.
    Biz toplum olarak böyle yetiştiğimize göre suçu kendimizde değil başka nedenlere bağlamamız çok doğal.
    Yetiştirildiğimiz doğayı yaşamaktayız…
    Biz kendimize yatırım yapar kendimizi eğitirsek, yüceltirsek başkaları bunun kuruna kapılıp zaten yatırımlarını yapacaklardır, başarı başarıyı yaratır ve çeker..
    Expo 2015’de gelmese de 2020’de gelebilir.
    Veter ki, şehrimizi misafir uğruna değil, kendimiz uğruna yüceltelim, geliştirelim, birbirimize parmak uzatmak yerine o parmakları çalışmak için, el ele vermek için kullanıp bir bütün olup başarı sağlayalım.
    Yurtdışındaki tanıdıklarımdan aldığım tepki: “Biz sadece İstanbul’un güzelliğini bilirdik, İzmir’in bu denli güzel ve potansiyel dolu olduğunu yeni öğrendik”, şeklinde olması beni çok sevindirdi.
    Şimdi sıra beraberce, Expo’ya ayrılan bütçeyle, şahsi çıkar yerine şehrin çıkarı uğruna başarmak
    Hepimize kolay gelsin, hoş gelsin, birlikle beraberlikle gelsin…
    Geçenlerde bir tanıdık bana; daha evvelki köşe yazımı negatif bulduğunu söyledi, bu sefer pozitif yazmaya çalışmama rağmen belki de yine negatif bir durum var, ama gerçeklerin sadece pozitif tarafını görmek acaba pozitiflik mi, objektiflik mi yoksa devekuşu oyunu oynamak mı?

    İzmir Ticaret Odası Dergisi / Mayıs sayısı(2008)

    Read More
  • Güzel Türkiye’m

    Çarşamba, Mayıs 7th, 2014

    1080142623nilgun11-150x150

    Zafer Bayramı Türkiye’mizin hürriyete kavuştuğu gün.Kordondayım gösteriyi izliyorum.Kordonda bir bankta oturuyorum. Yanıma bir adam gelip çıtır çıtır Çekirdek çıtlatıyor, kabuklarını yere atıyor. O ‘da gösteriyi izliyor.Dayanamıyor soruyorum.

    “Müslüman mısınız?”

    “Elhamdülillah Müslümanım”.

    “Peki iyi bir müsiüman olmak için neler yapıyorsunuz? ”

    “Oruç tutuyorum. Namaz kılıyorum, 65 yaşımda hacca gitmeyi planlıyorum

    Eh, bence iyi bir müslümanım yani”.

    Bunu derken, elindeki (oruç tutmasına rağmen),

    içtiği suyun pet şişesini yere atan bu baya yine soruyorum.

    “Cennete inanıyor musunuz?”

    “Hâşâ, tabii inanıyorum”

    “Cennet nedir?”

    “Masmavi bir su düşünün”

    “Deniz gibi mi?”

    “Evet deniz gibi, yemyeşil bir vadi, ağaçlar, çiçekler, tertemiz, pırıl pırıl

    Dert yok, keder yok, herkes mutlu”

    “Peki bu dünyada bunu neden başaramıyoruz sizce?”
    “Eh, bu ayrı, o ayrı.
    Burada tabii ki cennet olamaz, çünkü burada iyi yaşarsan ancak ahiretteki cennete Gidebilme hakkına sahipsin”
    “Bakın şu güzelim masmavi denize. Bakın yemyeşil ağaçlara, çiçeklere.
    Birde sizin yere attığınız çekirdek kabuklarına ve o plastik pet şişesine bakın, görüntüyü bozan, doğayı kirleten.
    Allaha inanıyorsanız, müslümansanız, Allahın yarattığı bu güzel doğayı kirletmek günah değil mi sizce? Neden ille de ölünce cennete gitmeyi umut ediyorsunuz.
    Cennet buradayken.Bu cennetin kıymetini bilmeyeni Allah neden diğer cennete götürsün?”
    “Git başımdan yahu, bela mısın nesin.. .diyerek ayrılıyor yanımdan”.
    Aynı akşam. Zafer Bayramını kutlamak için Türk müziği olan bir geceye katılıyorum.
    Gençler, orta yaşlılar, herkes orada gibi.Girişte bir Türk bayrağı veriliyor.
    Havai fişekler, milliyetçi şarkılar, hepimizin bayrakları sallamamız, tüm duyguların bir araya geldiği an. Türkiye için ağlıyorum ve gülüyorum.Orhan Gencebay’ın parçası çalınıyor.
    Ve Orhan abimiz diyor ki: “dostluk için, aşk için, hayat için, batsın bu dünya… herkeste eşlik ediyor.
    Ve ben düşünüyorum, acaba bu adam ne söylediğini biliyor mu? Bütün bu güzellikler için, neden batsın bu dünya kardeşim?
    Müslüman mısın?
    Elhamdülillah müslümanım.
    Türk müsün?
    Ne mutlu Türküm diyene.
    Peki müslümansan, nasıl verdiğin sözü tutmazsın?
    Müslümansan, nasıl Allahın verdiği cana;
    köpeğe, kuşa ve daha da, insana kıyabilip canını acıtırsın.
    Nasıl yalan söyleyebilirsin.
    Kuran insan sevgisiyle, dürüstlükle, temizlikle dolu değil mi?
    Bir gün annem beni yıkarken,?daima tertemiz olman lazım”, demişti.
    “Peki kafamın içini nasıl temiz tutacağım?”, diye sorduğumda.
    “Sadece temiz düşüncelerle” cevabını verdiğinde 8 yaşındaydım ve 38 yaşında hala bu cevapla doğan bir sürü sorularla meşgulüm.
    Türkiye’yi seviyorsan, Türk olmakla mutluysan, bu ülkenin kıymetini bilmeyip, denizi, yol kenarlarını, koyları, sokakları şişeler,
    plastik çantalar, çöp ile doldurmak,bu nasıl Türkiye’yi sevmek?Müslümanlığa laf söyletmez kimse.Türklüğe, toz ve kıl kondurul-mazken, Türkiye nasıl kirletilebiliyor?.Yönetmen Nuri Bilge Ceylan, Cannes festivalinde ödül aldığında, “Yalnız ama güzel ülkem” demişti, ve bütün Türkiye çok duygulanmıştı.
    Gerçekten yalnız mı?
    Ya da bu yalnızlık, Avrupa’nın,
    Amerika’nın, Asya’nın, Rusya’nın suçu mu?
    Yoksa bu ülkeyi yalnızlığa mahkum eden Türkler mi?
    Gördüğüm kadarı ile islam dininin en büyük düşmanı müslümanlar olmakta.
    Dinin güzelliğini gösteremedikleri, yaşayamadıkları için. Türkiye’nin de en büyük düşmanı Türkler gibi görünüyor.
    Güzel ülkenin kıymetini bilemedikleri için. Koruyamadıkları için.
    Doğa güzelliğini, ticari amaçla beton yığınına çevirdikleri için.
    Allah Türkiye’ye dünyadaki en güzel yeri vermiş. İklimi, doğası, verimli toprağı.
    Kıymet kaybedilince bilinirmiş. Kaybetmeyelim. Sevelim sevdirelim, koruyalım, temiz tutalım.
    Hâlbuki Türk halkı en sevecen en yardımsever halk. Dünyanın neresine giderseniz gidin, Türk halkı kadar samimi, iyi ve cebi boş olsa da ruhu zengin, bir halk tanıyamazsınız. Keşke, insanlar birbirine verdikleri ilgiyi doğaya da verseler, sokaklarına da, denize de, kuma da. Bizi güzel canlı yapan doğa.
    Düşünün sonumuz toprak…
    İlle de toprak olunca mı anlamak lazım?”

    İzmir Ticaret Odası Dergisi / Eylül sayısı(2008)

    Read More
  • Korkularımızı Yenmeliyiz

    Perşembe, Nisan 24th, 2014

    1080142623nilgun

    Çocukluktan kendinizi arıtamayıp onlar gibi hala Hayal gücünüzü yaşata biliyorsanız Doğanın yüceliğini, kutsallığını, aşkını yaşıyor Ona sahip çıkabiliyorsanız,Sessizliğin güzelliğini yaşayabiliyorsanız,Hislerinize güveniyor ve onları dinliyorsanız,Bir görüşe katı bir şekilde bağlanıp, o görüş İçinde paslanmıyorsanız ve görüşlerinizi tartarak Yenileyerek, parlamayı biliyorsanız
    Ruhunuzu geliştirmeyi başarıyor ve bütün bunlarla Kendinizi seviyor ve sayıyorsanız,kendi gücünüzün kaynağı sizsiniz demektir.
    Gücünüzü parada, mevkide ve ortamda değil sadece kendinizde arıyor ve buluyorsunuz demektir.
    Başta kıskanç olmaktan, insanlarla başarı rekabetinden uzaksınız.Sonra da, mutluluğun yolunu bulmuş ve bu yolda attığınız her adımda başarı ve huzuru bulmaktasınız.Ama bunları yaşayamayanlar ise siz o yolda yürürken sizi kıskanacaklar, yargılayacaklar ve çamur atacaklardır.Çünkü siz, o insanların başarısızlığını gösteren ayna olmuşsunuz demektir.
    Bu kişileri çok gördüğümü düşünmek bile beni ürkütüyor, hele ki yaşamak daha da üzücü. Geldiğimden beri, insanlar birbirlerine parmak uzatıyorlar, gazeteler baştakilerin birbirlerini suçlamaları ile dolu… Birbirlerinin hatalarını sunmakla, deşmekle dolup taş-makta.Birbirini yüceltmekten korkuyor insanlar; “ya seni yüceltirken ben küçük kalırsam” korkusu var, halbuki ‘senin üzerine basarak yükselmek daha kolay’, sanıyor insanlar.Asıl gerçek, birinin üzerine basarak yükseliyorsanız, siz hep ama hep küçüksünüz demektir, yani ruhunuz yüce değilse kime basarsanız basın, yükselme basamağına asla ulaşamayacaksınız demektir.Başta kıskanç olmaktan, insanlarla başarı rekabetinden uzaksınız.Sonra da, mutluluğun yolunu bulmuş ve bu yolda attığınız her adımda başarı ve huzuru bulmaktasınız.Ama bunları yaşayamayanlar ise siz o yolda yürürken sizi kıskanacaklar, yargılayacaklar ve çamur atacaklardır.Çünkü siz, o insanların başarısızlığını gösteren ayna olmuşsunuz demektir.Bu kişileri çok gördüğümü düşünmek bile beni ürkütüyor, hele ki yaşamak daha da üzücü. Geldiğimden beri, insanlar birbirlerine parmak uzatıyorlar, gazeteler baştakilerin birbirlerini suçlamaları ile dolu… Birbirlerinin hatalarını sunmakla, deşmekle dolup taşmakta. Birbirini yüceltmekten korkuyor insanlar; “ya seni yüceltirken ben küçük kalırsam” korkusu var, halbuki ‘senin üzerine basarak yükselmek daha kolay’, sanıyor insanlar.Asıl gerçek, birinin üzerine basarak yükseliyorsanız, siz hep ama hep küçüksünüz demektir, yani ruhunuz yüce değilse kime basarsanız basın, yükselme basamağına asla ulaşamayacaksınız demektir.Bu da insanlara, depresyon, hüzün ve daha çok güç ve para hırsı vermekte, çünkü onlar oldukça, insanlar etrafında sahte bir yüce kişilik sunumunda.Bazı insanlar ise, içindeki küçük insanı kamufle etmek için korkuyla kendini saydırmakta. Gerçi bunu yazarken belki bu kişi ile değil, kültür ile alakalı olduğunu düşünüyorum.Ben babamdan korkardım, korkuyla severdim, o da babasından korkardı, belki de o neslin saygı kavramı korkmanın yolundan geçiyordu.
    Çocukluktan beri bunu yaşadım.Hep korku ile sevmek saymak öğretildi.Allah’tan kork, devletten kork, babandan kork, kork ki sayasın,uğruna her şeyi yapasın.Ne garip, ama gerçekten de babamdan korktuğum için onun her dediğini yapardım, Allah’tan korktuğum için, birçok istediğim şeyi yapmazdım, devletten korktuğum için susardım.Hollanda’ya gittiğimde bunları pek kavraya mıyordum. Ama görünürde büyük bir hürriyet vardı. Sınıftaki çocukların öğretmenlerle, hele hele babaları ile ilişkileri çok farklı idi. Ben babamdan korkarken onlar korkmayarak her düşündüklerini söyleyebiliyor babaları ile adeta arkadaş olabiliyordu.
    Ve 28 sene sonra, şimdi Türkiye’deyim ve değişiklikler var elbet ama eski neslin, ruhunun değişmesi belki de çok zor. Eşime bakarken anlıyorum ki, 48 yaşında olmasına rağmen, hala babasını korku ile sayıyor. Ve elbette ki sevgisi sonsuz, ama o çocukluktaki korku bir asi gibi, daima içindeki hücrelerde, itiyor, çekiyor, koruyor ve dolaşıyor.Ben korkularımı yenmeme rağmen, fark ettim ki hala içimdeki devlete korku bitmemiş.Bunun ispatını geçen ay, hayatımda ilk defa gittiğim Çankaya Köşkü’nde verdim.Cumhurbaşkanı Gül ile tanışacaktım, İngiliz Kraliçesi gelmişti ve onun şerefine bir davet vardı. Kraliçeye: ‘Türkiye’ye hoş geldiniz’ derken. Cumhurbaşkanımıza bir kelime söyleyemedim. Sadece gözüne bakıyor, gülümsüyordum. Devletten korkmayı, korkudan saymayı öğrenmiştim, sevmekten saygıyı değil. O gün kendime yemin ettim, artık ben hiç kimseyi korkarak saymayacağım, severek inanarak sayacağım.Şimdi Türkiye’de de birçok şeyin değiştiğini görüyorum, ama nasıl bir kanaryayı kafesinden doğaya bıraktığında çılgın gibi pır pır çırpınır ve oradan oraya uçar, bazı gençlerde de bu hürriyet bolluğunda boğulduklarını, dejenere olduklarını görüyorum.Kimi gençler idealist, sosyalist, kimisi 15 yaşında Gucci, Louis Vuitton çantaları ile kimisi liberal ruh yapısına sahip olmasına rağmen baba baskısı ile kapanma korkusu içinde, kimisi de başörtüyle üniversite okuma savaşında.Hiç birisi birbiriyle bağdaşmıyor.Peki biz millet olarak, bu kadar uçurumlar içinde nasıl el ele verip bir bütün olup aynı hedefi göz önüne alarak yükselebiliriz? Artık korkumu yendim, anladım ki asıl seni korkutan onlar değil, içindeki sen kendi kendini paslanmış teorilerle korkutuyorsun, senin korkusuz yaklaşımın, seni adeta, büyükleri şaşırtırcasına, sevdiriyor. Sevdirmese de, o cesareti bulabildiğin için kendini sevmeyi öğreniyorsun. Ve korkularını, olumsuzlukları, cehaleti, ön yargıları, tereddüdü, rekabeti, para hırsını, kıskançlığı ve bu tür duyguları yenmekle, gücünün kaynağını kendinde bulmayı başarıyorsun.

    İzmir Ticaret Odası Dergisi / Temmuz sayısı(2008)

    Read More
  • Lider Atatürk

    Perşembe, Kasım 28th, 2013

    1080142623nilgun

    Dört yaşındaki oğlum bana soruyor: “Anne lider nedir?”

    Ve oğluma hem doğru, hem eğitici hem de ilham verici bir cevap vermek için düşünmem gerekiyor.

    Sahi lider nedir?

    Daha doğrusu lideri lider yapan, onun yaptıkları mı, yoksa beklentileri­mizi gerçekleştirmesi mi, ya da bütün görkemi ile karizması ile konuşma to­nu ve içeriği ile kendini belli eden mi­dir? Bir lider doğuştan bir lider midir, yoksa eğitiminden gelen bilim, ruhun­dan gelen azim ve ailesinden gelen görgüden midir?

    Bir lider her şeyden evvel, hatalarını itiraf edebilen ve hatalarından öğrenendir.Bir lider; vizyo­nu olan ve bu viz­yonu gerçekleştir­meyi bilendir ve sadece bilmekle yetinmeyip uygu­layıp başarandır.Bir lider; tutu­lan aynaya bakabilen ve aynadaki eksikleri görüp tamanlayandır. Bir lider, kendi gururu için değil, ekibinin, halkının yani ona inanan­ların iyilikleri için adım atandır.

    Bir lider koru­yucudur.

    Adildir.

    Bîr lider korkuyla değil sevgiyle yö­netendir.

    Geçmiş ile barışık ve geleceğe aşık­tır.Bir lider her olaya hakimdir.Panikte, hastalıkta ve yalanlarda doğruyu göre­bilen ve gösterebilendir.

    Lider takipçi değil, takip ettirendir. Bir lider, kendisinden çok başkasını düşünendir.

    Egoist değildir.

    Megolaman hiç değildir.

    Haddini ve yerini bilendir.

    Gerçekleri görebilen ve bulutların üzerinde kaybolmayandır.Bir lider sevgi doludur, saygının sevgiden geldiğini bilendir.Hiçbir zaman kendisini dev aynasın­da görmeyendir.Ve de niçin lider olduğunu bilen­dir. Dahi liderin liderliği tesadüf değildir, yada halkın çaresizlikten değil, güven­den, inançtan ve liderini sevgiden seçti­ğini bilendir.Bir lider objektifdîr, misilleme yapmaz.Bir lider sözünde durandır.Güzel bir dünya yaratandır.Çocukların geleceği ile oynamayan­dır. Bir lider, başkalarına hükmetmeden evvel kendine hükmedebilendir.Bir lider pek çok şeydir, ama en Önemlisi, kalbi ile mantığının terazisini hiçbir zaman kaybetmeyendir.

    Bütün bunları oğluma anlatamazdım. Dört yaşındaki bir çocuğa değil, kırk yaşındaki birine bile bütün bunları saydığımda eminim aklına ilk gelen so­ru: “Kim ister lider olmak????”.

    Doğru, aslında her lider, dahî lider olmak için neler gerektiğini bilseydi, belki de liderlikten vazgeçerdi.Maalesef pek çok insan liderliği; prestij, mevkii ve maddiyat için istiyor, ve de bütün özelliklere sahip olamadıkları için şehrimizde, ülkemizde ve dünyada bir sürü başarısızlık ve mutsuzluk görü­nüyor;

    Oğluma en kolay yolu seçerek lide­rin ne olduğunu söylüyorum:

    ” Lider bir Atatürk”, diyorum.

    “Sadece bir Atatürk mü”, diyor.

    “Evet bir Atatürk”, diyorum

    “Başka Atatürk yok mu?”

    “Bir sürü Türk var ama ne yazık ki, bir tane Atatürk”

    “Neden bir tane Atatürk var anne?”

    (Ah bu .sorular………….)

    Belki de bir sürü Atatürk var, ama bizler sadece bir dahi lider Atatürk’e taptığımızdan yeni Atatürkleri göremi­yoruz.., kimbilir.?)

    Bunun yerine: ” Çünkü Allah yüz senede bir dahi lider yaratıyor” diyo­rum.

    “Ozaman ben büyüyünce Atatürk olucam” diyor.

    Acaba iyi birşey mi lider olmak?

    Bu denli görevi, halkın yükünü taşı­mak ve kalbinin derininde, sorumluluk dünyasında daima yalnız yaşamak?

    İzmir Ticaret Odası Dergisi / Mayıs sayısı(2009)

    Read More
  • Sneeuwvlokje vervolg

    Perşembe, Kasım 28th, 2013

    Maar goed..we hebben het over onschuldige dingen, een rokje broekje..turkie turkie broeke jurkie..

    Dat waren de tijden dat je van alles mocht roepen, schelden en kreten uitroepen tot vreemdelingen, want alles wat vreemd was dat mocht je aanduiden of in een grap of in een zin hoe hard ook, of in een moppetje, alles was legetiem, we zijn een vrij landje waar vrijheid de boventoon voert dus alles kan en mag.

    Maar de tijden veranderen.

    Nee je kunt niet zomaar alles meer zeggen.

    Ik lees gisteren in de volkskrant een groot artikel over Gordon en zijn racisme.

    Als er iemand is die niet racistisch is, is het wel Gordon naar mijn mening.

    Ik vind hem zo’n stoute, lieverd die alles mag zeggen want hij meent het goed en grappig.

    Holland’s got talent wordt nu in amerika beschuldigd van racisme dankzij gordon.

    Wat was het geval: De 30 jarige chinees; Xiao Wang zou gaan zingen en Gordon vroeg welke nummer ga je zingen? Nummer 39 met rijst erbij?

    Vind ik grappig…

    Toen bleek dat wang fantastische aria had neergezet ging gordon verder met de zin, ‘vellassing’, beste chinees die ik in tijden heb gehad en het is geen afhaal chinees.

    Ja…nu kun je moralistisch gaan doen etc..maar dit is toch grappig..ja het is een cliche, een flauwe grap die je duizendmaal hebt gehoord, maar cliches zijn cliches omdat ze waar zijn en als daar nog een tintje aan een glimlach inzit dan is het mooi.

    Vanmorgen belde ook nog eens Mijn nichtje uit Turkije en vroeg of ik nog wel in nederland wilde blijven, want het werd met de dag erger betreft racisme.

    Het was zelfs in Turkije in het nieuws geweest…

    Hoe een sneeuwvlok tot sneeuwman gebombardeerd kan worden.

    Sneeuw laat ons zien dat we elkaar kunnen passeren zonder te botsen maar het lijkt wel alsof mensen niet anders kunnen.

    Read More
  • Vrouwenviagra vervolg

    Pazartesi, Kasım 11th, 2013

    Dan denkt echt niemand aan het opstaan van een geslachtsorgaan.

    Tegenwoordig klagen vele vrouwen van 35 plus dat hun man niet wil dan andersom. Dus dat er een mannenviagra kwam, dat was een topuitvinding.

    Dat heeft heel veel huwelijken gered, nietwaar?

    De mannenviagra, waardoor DE man het lang volhield… Maar wat was nu het echte probleem? Het langer volhouden, of überhaupt de zin krijgen om aan het spel te beginnen? Was het niet de man van tegenwoordig die vaker hoofdpijn heeft dan de vrouw?

    Wellicht gebruikte de man de viagra vaker bij zijn minnares of bijvrouw dan zijn echte vrouw, die dagelijks naast hem ligt in haar katoenen pyjama.

    Maar goed, laat ik niet negatief zijn, want dat is niet mijn aard, laat ik de vrouwenviagra een kans geven. Mijn vriendin die lesbisch is vindt het een geweldige uitvinding.

    Hoofdpijn als excuus is geen optie meer maar de bijwerking van de vrouwenviagra is vooralsnog hoofdpijn.

    Maar zeg eerlijk: het moderne huwelijk zit vol met samen delen, samen bespreken, samen genieten, samen elkaar in de ogen kijken, een echt oor hebben voor elkaar, de kinderen samen opvoeden en dat in harmonie en plezier, samen alle zintuigen bespringen en samensmelten vooral, dat gaat allemaal zooo goed, en we hebben het allemaal zo in de vingers…

    Het enige wat nog ontbrak was de vrouwenviagra, en die is er nu ook.

    Nou, de voorpret is er al, nu het toetje nog.

     

    Read More
  • Depressie vervolg

    Pazartesi, Kasım 11th, 2013

    Ik stond bij het bed van mijn vriendin en zei op mijn vrolijkst:

    ‘Sta op en schrijf vijf dingen op die je als een zegening ervaart.’

    Ze zegt: ‘Dat opstaan is al een dingetje en je vrolijkheid is storend, Nil.’

    ‘Ok, iets anders, probeer zodra  je wakker wordt…’

    Ze interumpeert me: ‘Ik wil helemaal niet wakker worden…’

    ‘Oké… wannneer je je ogen dicht hebt maar eigenlijk stiekem al wakker bent, prober dan te denken aan een droom…’

    ‘Ik heb geen dromen meer, Nil, ik zie het leven niet meer zitten.’

    ‘Oké, probeer dan te denken aan iets waardoor er een glimlach op je gezicht verschijnt.’

    ‘Geloof me, er is niet veel meer dat mij nog doet lachen.’

     

    ‘Denk aan iets lekkers.’

    ‘Nil, denken kost me te veel moeite.’

     

    ‘Kom, we gaan naar buiten, voel de regendruppels, de zon op je gezicht…’

    ‘De zon, die schijnt hier amper, Nil, voor niets gaat de zon op, het is crisis dus ook de zon moet op de kleintjes letten…’

    ‘Kijk… In die zin daar zit humor in, en zolang er nog humor in je geest en lijf rondwandelt dan is er hoop… en hoop dat is een goed middel…’

    ‘Nee, Nil, geef mij die antidepressiva even aan, met een glas water..’

    Alleen in ons landje al schijnen 1 miljoen mensen antidepressiva te slikken en dat is behoorlijk veel als je ervan uit gaat dat er 16 miljoen mensen wonen.

    Lekker zo’n Prozac op zijn tijd… Man, dan gaat er  een wereld voor je dicht…

    Maar mijn vriendin slikte haar pil en zei: ‘Vandaag ben jij de winnaar… ik ga mijn bedje uit en ga ik met je wandelen om de regendruppels te voelen.’

    Dat was mooi !!  voor vandaag… Want morgen.. dat wisten we niet, maar dat is immers de ware test van het nu.

    Read More
  • De maatschappij is ziek vervolg

    Pazartesi, Kasım 11th, 2013

    ‘Best raar… Voor een land dat vind dat tradities niet moeten vastroesten en met de tijd mee moeten gaan, helemaal als het gaat om geloofskwesties, vind ik nu wel dat jullie opeens vastroesten in jullie eigen tradities,’ zegt mijn  nichtje.

    Ik ben verontwaardigd en zeg: ‘Jaaa, maar dit is zoiets kinderachtigs wat je nu zegt… het is een kinderfeest, het heeft iets vrolijks… ga daar nou niet rare dingen achter zoeken, bovendien je weet niet eens waar jij het over hebt, je bent maar een toerist in dit land.’

    ‘Nou, en jij bent geboren in Turkije,’ zegt mijn nichtje.

    ‘Ja en dat is totaal irrelevant, want ik ben gepolderd in Nederland en heb alle tradities van alle landen lief.’

    Jezus, Mohammed, Adonai, Sint Nicolaas en Petrus nog aan toe… Het lijkt wel een vicieuze cirkel, de discussie van Pieten, het gaat natuurlijk al heel lang niet meer over de pieten. Iemand moet voor zondebok spelen en dat is Piet in dit geval, maar het moet toch ergens stoppen..

    Het aller mooiste zwartepietenverhaal vind ik nog dat van Vincent Bijlo.

    Hij zegt altijd dat hij mensen die kunnen zien zo zielig vindt. Want wij blinden oordelen tenminste niet op uiterlijk, zegt hij dan.

    Zij hadden op hun blindenschool als kind ook zwartepietenfeest, en natuurlijk was niemand geschminkt… dat maakt immers niet uit als je blind bent.

    Toen heeft een jongetje dat wel kon zien, hen verraden, door te zeggen: jullie zijn helemaal geen zwarte pieten, maar gewoon witte pieten.

    Waarop de blinde piet zei: ach, wat maakt het toch uit, we hebben onze cadeautjes en het was een leuk feest.

    En dat is het: om het leven als een leuk feest te zien, moet je je niet blind staren op verschillen.

    Read More
  • Tolereren vervolg

    Pazartesi, Ekim 21st, 2013

    Mijn vader’s gezicht glom van blijdschap. Zo waren dus de Nederlandse vrouwen! Hij was in het paradijs terechtgekomen.

     

    Mijn vader was een echte casanova, die het liefst elke vrouw besnuffelde en beproefde. Want elke vrouw was voor hem een eiland om te ontdekken, en mijn moeder was dan zijn vaste veilige haven. Mijn moeder keek minder blij. Ze hield mij stevig vast. Haar signaal was duidelijk: wat je ook in dit land te wachten staat, ik laat je niet los!

     

    Nog niet bijgekomen van de schok over hoe makkelijk Renée uit de kleren in het bed ging, ging Maarten Spanjer zijn penis meten met andere mannen. Mijn moeder hield haar hand voor mijn ogen. Mijn vader verroerde zich niet en was bevroren van gêne. Ik wist zeker dat ze het liefst waren opgestaan en weggegaan. Maar uit respect voor onze nieuwe buren hebben ze dat niet gedaan.

     

    Beleefdheid is in Turkije een teken van respect, een teken van beschaving. Maar beleefdheid is vooral: dingen accepteren terwijl je ze eigenlijk niet accepteert. Doen alsof. Daar hebben we in Nederland een woord voor: tolereren noemen we dat. Maar daar zijn we op teruggekomen, en hoe!

     

    Tolereren, generen, accepteren: allemaal woorden waar we op teruggekomen zijn, we hebben al deze woorden gegoten in de fles van vrijheid. Nee, alles mag, alles moet gezegd, alles moet kunnen, maar bij een onderzoek naar waar de gemiddelde Nederlander zich het meest aan ergert, staat hufterigheid bovenaan op de lijst.. Zou er enig verband bestaan?

    Read More